Bir pasif içicinin acı hatıraları

Bir pasif içicinin acı hatıralarıStar, 26.05.2008,

http://www.stargazete.com/index.asp?haberID=160331
Star, 26.05.2008, NECDET ŞEN                                                                             

‘Ah canım benim! Sigara içmek her yerde yasaklandı mı? Hoh hoh hooo! Vah vah! Bilsen ne kadar üzüldüm! Keh keh! Yazık yahu! Allah yardımcın olsun.’ Şekilde de görüldüğü gibi, uzlaşmak iyidir. Keşke sigara içenlerle çok önceleri uzlaşabilseydik, ama mümkün olamadı. Şimdi kanun zoruyla da olsa, sulh olduk. Niye kızıyorlar anlayamıyorum. Bu işin er geç karakolda biteceği taa en baştan belli değil miydi?

AKŞAM yemeğini yer yemez bir dakika bile oyalanmadan evden tüyerdi babam. Bizi beklettiği olurdu ama Birtat Çay Salonu’ndaki ‘hoşgil’ arkadaşlarını asla bekletmezdi.

Hoşgil dediğim, bir iskambil oyunu. Nasıl oynanır bilmem. Babam bilirdi.

Bazen bir nedenle, diyelim gece oturmasına beklenmedik bir misafir gelirse, o zaman annemin buyruğuyla babamı eve çağırmaya giderdim. Birtat Çay Salonu, Selimağa çeşmesinin oralarda, bir çeşit memur lokaliydi. Kapısından girdiğim anda macun kıvamında yoğun mu yoğun bir dumanın içinde bulurdum kendimi. ‘Hani kurşun sıksan geçmez geceden’ der ya şair, onun gibi.

Gözlerimden boşanan yaşları kazağımın koluyla silerek o kesif dumanın arasında dolanır, masalardaki adamlara tek tek bakarak, hiláfsız hepsi káğıt oynayan, desteden seçtikleri bir káğıdı dan dun diye yeşil çuhaya çakan, her iki elleri de iskambil kartlarıyla dolu olduğu için ağızlarının bir kenarına kıstırdıkları ucuz sigaralarını fırt fırt çeken ve gözlerine kaçan dumandan dolayı o tarafta kalan gözleri kısık bu bir örnek erkek kalabalığının arasından babamı ayırt etmeye çalışırdım.

Erkek ve sigara, bir elmanın iki yarısı demekti. Gerçi kadınlar da içerdi. Ama sadece kabul günlerinde ve ikram edilen likörün yanında süs niyetine. Belki birkaç dakikalığına da olsa, Prenses Süreyya’ya ya da Ava Gardner’e benzemek için.

Douglas bıyıklı babalar. Saçları permalı anneler. Ve tüm kapalı mekánlarda duman altı ola ola büyüyen biz, memur, esnaf, işçi çocukları, bir gün gelip de sigaranın kanun zoruyla hayatımızdan def edileceğinin hayalini bile kuramazdık.

‘İçme şu mereti!’

Günde iki paket sigara içerdi ve bıkmak usanmak bilmeden aynı nasihati çekerdi babam.

‘Bu zıkkıma ben alıştım, sakın haa sen başlama! Bak, içersen hakkımı helál etmem bilesin! Kırarım kemiklerini!’

Beş kardeşin en küçüğüydüm. Benden öncekilere de tek tek aynı talkını vermiş ve başarısız olmuştu. Hepsi de helálarda, balkonlarda orda burda gizli gizli sigara tüttürüyordu. Onlara söz geçiremediğini biliyor, son kez bende deniyordu şansını.

Farkındaydı tabii ki, bizzat kendisi fosur fosur sigara içen bir rol modeli oldukça, evlátlarının da kaçınılmaz olarak onun izinden gideceğini. Ama elinden anca o kadarı geliyordu. Nasihat çekmek sigarayı bırakmaktan daha kolaydı.

Biraz çokbilmiş bir çocuktum herhalde, ‘sana rağmen başlamıycam bu zıkkıma’ derdim, çok kızardı babam.

Ve başlamadım da hakikaten. Hiç bir zaman ne cebime ne çorabıma ne çantama sigara paketi girdi. Uzatılan her sigarayı aynı kararlı uysallıkla geri çevirdim.

Bıçkın delikanlı raconu

Derken, delikanlı oldum. Çenemin ucunda sonradan sakala dönüşecek tek tük tüyler belirmeye başladı. Hemen hemen bütün arkadaşlarım fosur fosur sigara içiyordu. Kimisi Clint Eastwood, kimisi Yılmaz Güney. Ama istisnasız hepsi pek bir bıçkın. Sadece içmekle kalsalar gene iyi; bir de suratıma üflemiyorlar mıydı dumanını, sonra da gülmüyorlar mıydı gevrek gevrek, işte ona kıl oluyordum.

Galiba erkek olmak için daha kırk fırın ekmek yemesi gereken tatsız tuzsuz bir kitap kurduydum sigara içerek sosyalleşen arkadaşlarımın nazarında.

Eh, sosyalleşmeyi başaramayınca yalnızlığı meslek edindim ben de. İçi karikatürlerle dolu bir dosyayı koltuğumun altına sıkıştırıp Babıalî yokuşunu inip çıkmaya başladım. ‘Biraz da oralarda duman altı olayım bari’ demiş, tebdil-i mekán eylemiştim.

Çalıştığım bütün gazete ve dergilerde, bindiğim bütün otobüs, dolmuş, tren, vapur ve gittiğim bütün sinema, tiyatro, sergi, berber, köfteci, müze, bakkal, çakkal, karakol, hastane, pastane, postane, telefon kulübesi, umumî helá ve aklıma gelen gelmeyen her yerde hep aynı berbat dumanı soluyarak geçti o güzelim yıllarım. Bazen gözyaşı oldu, bazen içli bir nefes darlığı.

İşe gidiyordum sigara dumanı, eve geliyordum sigara dumanı, temiz hava nasıl bir şey, onu bile unuttum zamanla.

Kime anlatacaktın derdini herkesin sigara içtiği ve içmeyenin çıtkırıldım bir yaratık olarak algılandığı bir dünyada? Pasif içicinin ciğeri, paket taşıyanın kül tablası. Havadaki kükürt ve zifir fazlasını emip yok eden bir nevî doğal filtre idik biz. Birimiz hepimiz, hepimiz tiryaki içindik ve bunda hiç bir tuhaflık yoktu.

Tiryakiye laf yok!

Öyle çözümsüz bir sorundu ki bu, kimseye anlatamıyordum derdimi. Bırak hiç içmemeyi, biraz daha az içmesini ya da en azından şu pencereyi azıcık aralamama izin vermesini rica etsem, bozuluyordu tiryaki. Öfkesini yatıştırmak için de biri sönmeden diğerini yakıyordu iki sigaranın ucunu birbirine değdirerek.

Hele babam, bu konuyu bir izzeti nefis meselesine çevirmişti. Emekliydi artık. Gündüzleri kahvede, geceleri tepemizde. Hep beraber yaşadığımız o kümes kadar evin minicik salonunda havaya mıh gibi çakılı kurşunî bir dumanın içinde mahpustuk. Hadi bir fırt soluk al alabilirsen. Babam hepimize metazori Yenice sigarası içiriyordu.

Sonunda gözümü kararttım ve gittim bir aspiratör aldım nalburdan. Şöyle abajur gibi, ucundan ip sallanan bir şey, ipi çekince çalışıyor, tekrar çekince duruyor. Camcıyı çağırdım ve salonun penceresine taktırdım. Babam sigarasını yaktığında ben de gidip aspiratörün ipini çekiyordum. Kızıyordu ve söyleniyordu her seferinde:

‘Doldurdun gene zehiri içeriye!’

‘Zehir’ dediği şey, dışarıdan odaya giren temiz hava.

Temiz hava dediğim de ne kadar temizse artık. Zaman, kalitesiz ithal kömür zamanı. Buralar hep dutluk, trilyonlarca karbon zerreciği havada asılı. Yılın birkaç haftası kırmızı alarm verilen ve ‘aman hastalar ve ihtiyarlar sokağa çıkmasın’ denen zamanlar. Sokağa çıksan ayrı eziyet, eve gelsen ayrı, işe gitsen hepsinden beter.

Peki biz nerede yaşayacağız, hangi havayı soluyacağız, bunun cevabı yok. Ekmeğimi kazanmam lázım, ama çalıştığım gazete ve dergilerde ben hariç herkes boklu tiryaki. Fosur da fosur, püfür de püfür. Kime ‘içme’ desen, silsilesine sövülmüş gibi kaş çatıyor. Üç kişiyi ikna etsen, o anda otuz üç kişinin aklına sigara geliyor ve uzatıyor elini pakete.

Bir fırt temiz hava lütfen

Birazcık soluk alabilirim umuduyla şehir hatları vapurlarında yaz kış dış güvertede gittim geldim. Sonunda öyle bir kaptım ki şifayı, kulak-burun-boğaz mıntıkasındaki akut enfeksiyonu kurutmak için kaç parti penisilin tükettiğimin hesabını şaşırdım.

Gün geldi, bu sigara dumanı yüzünden işe gidemez oldum. Hipnozcu bir doktor vardı, hastalara şifa, evde kalmış kızlara koca, içi geçmiş kocalara bel kuvveti veren; ona başvurdum belki derdime deva olur diye.

‘Ne istiyorsun evládım?’ dedi adam. Dedim ki ‘Doktor bey, ben sigara dumanına tahammül edemiyorum. Ama ne var ki bu ortamlarda yazıp çizmek, ekmeğimi kazanmak zorundayım Acaba bilinç altıma bu dumandan etkilenmeden çizgi romanıma konsantre olmamı sağlayacak bir telkin sokabilir misiniz?’

Bu garantili hipnozcu ile üç beş seans yaptık ama hiç bir işe yaramadı. Değil bilinçaltıma telkin sokuşturmak, doğru dürüst gevşeyemedim bile. Nasıl gevşersin ki üzerine doğru eğilmiş herifin nefesi zehir gibi izmarit kokarken?

Sigara içen hiç içmeyenin halinden anlamaz. Sigaraya maruz kalanın şikáyetleri çoğu zaman mızmızlık gibi algılanır. Kıdemli bir pasif içici olarak, anlamak isteyenlere biraz anlatmaya çalışayım duman altı olan bir insanın neler çektiğini.

Bir kere, içmeyen insan için sigara dumanına alışmak diye bir durum yoktur. İstersen yüz seksen yaşına gel, yanında her sigara içildiğinde o kokudan iğrenirsin. Dahası, çoğunlukla burun tıkanıklığı, nefes alma zorluğu, baş ağrısı, gerginlik, gözlerde yanma, karıncalanma, yoğun yaşarma sorunu yaşarsın.

Şahsen ben, sigara içilen bir ortamda bulunmuşsam ya da bulunduğum ortamda birileri o mereti içme hürriyetini kullanmışsa, eve geldiğimde ilk yaptığım iş, duşa girmek ve üstümdeki her şeyi donuma kadar çıkarıp değiştirmek olur. Çünkü ne kadar tahammüllü biri olmaya çalışırsam çalışayım, giysilerime sinen o kokuyla birlikte oturamam, soluk alamam, uyuyamam.

Zifir kokusuyla yaşamak

Konuklarımdan biri sigara içmişse (ki içmek isteyene ‘içme’ diyemem, melûl melûl bakmakla yetinirim) o gittikten sonra sadece giysilerimi ve kendimi değil, perdelerimi bile söküp yıkarım. Yoksa o perdeler günler haftalar boyunca evi Birtat Çay Salonu gibi zifir kokutur.

En fenası da, sabahları uyandığımda, pencerelerim kapalıysa bile, dışarıdan geçen birinin yaydığı sigara kokusundan rahatsız olurum, başım ağrır, sinüslerim tıkanır.

Titiz (ya da obsesif) biri miyim? Hayır. Tam tersine, azıcık pasaklı bile sayılabilirim. Aşırıya kaçan temizliğin hastalık olduğunu düşünen, yere düşen ekmeği üfleyip ağzına atan, çorbadaki saçı ya da böceği çıkarıp kaşıklamaya devam eden biriyim. Sigarayla ilgili bu şikáyetlerimin nedeni titizlikten değil, zifir kokusuyla yaşamanın içmeyen insanda nasıl bir işkence olduğunu içene azıcık da olsa anlatbilmek için.

Biz pasif içiciler de bu toplumun eşit haklara sahip yurttaşlarıyız, değil mi? En azından, taciz (veya mağdur) edilmeden yaşamak gibi bir hakkımız vardır sanıyorum. Ama sigara bağımlılarının, değil bizi taciz ettiklerini anlamak ve kabullenmek, bu rahatsızlığımızın belirtilerini bile çoğunlukla kendi keyiflerine yönelik bir engelleme gibi algılamayı seçtiklerini görünce sıkılıyorum. Onların o an aldıkları keyif ya da içmezlerse yaşayacakları yoksunluk duygusunun baskısı konuşarak çözüm bulma ihtimalinin önünü tıkıyor.

Kişinin kendi kör egosunu en üste koymadan ve kavramları işine geldiği gibi eğip bükmeden düşündüğü bir ortak paydamız olabilse ve ortalama tiryakiler en azından bu bağımlılıklarını kol bükmeden, emrivaki yapmadan, hırçınlaşmadan tartışabilme inceliğini gösterebilseler, ben bu yazının bir benzerini herhalde 30 yıl önce yazar ve onlara özetle şunları söylerdim:

Emanete hıyanet

‘Dostum, sigara sağlığa zararlıdır. Üstelik sadece içenin değil, onunla aynı ortamı paylaşanın sağlığına da zararlıdır. Bitti.’

‘Yok, bitmedi. Kendi sağlığını hiçe saymak mı istiyorsun? Tamam, seçim senin. Ama kendini sakatlarken yanın sıra beni de sakatlamaktan kaçınmıyorsan, sen sahiden iyi bir insan mısın, bir daha düşün. İyilik, senin kendi arzularına göre eğip bükeceğin bir şey olabilir mi?’

‘Değil başka insanları, aslında senin kendini zehirlemeye bile hakkın yok. Neden biliyor musun? Çünkü içine girdiğin o bedeni sen kendin yaratmadın. O senin eserin değil. O beden sana emaneten verildi. Ve sen onu sınırlı bir zaman için senin üzerine zimmetleyen mucizevî varlığa saygı göstermiyorsan, başkalarından nasıl saygı talep edebilirsin?’

‘Senin bastıramadığın anlık isteklerin ya da o zıkkımı içmediğinde yaşayacağın keyifsizlik hali, eğer seninle aynı havayı solumak zorunda olan diğer insanların rahatça soluk alma hakkını ihlál ediyorsa, hatta bazen ana rahmindeki bebeği bile tehdit edebiliyorsa, birilerinin ya da bir şeylerin seni bu saldırgan davranışından alıkoyması gerekir. Ki bunun en uygar biçimi, galiba bu işe kanun yapıcının ve uygulayıcılarının önayak olmasıdır. Aksi takdirde, senin takındığın bu hoyrat tavır, gün gelir, buna eşdeğer bir karşı hoyratlığı doğurabilir -ki o an derdini anlatacak bir Marko Paşa bile bulamayabilirsin.’

Vay canına! 30 yıl önce amma da sert konuşan biriymişim. Neyse ki şimdi biraz yaşımı başımı aldım da bal dilli bir amca oldum. Artık daha mutedil konuşuyorum insanlarla:

‘Ah canım benim! Sigara içmek her yerde yasaklandı mı? Hoh hoh hooo! Vah vah! Bilsen ne kadar üzüldüm! Keh keh! Yazık yahu! Allah yardımcın olsun.’

Şekilde de görüldüğü gibi, uzlaşmak iyidir. Keşke sigara içenlerle çok önceleri uzlaşabilseydik, ama mümkün olamadı. Şimdi kanun zoruyla da olsa, sulh olduk. Niye kızıyorlar anlayamıyorum. Bu işin er geç karakolda biteceği taa en baştan belli değil miydi?