İstanbul Bienali ve Kültürün Özelleştirilmesi

İstanbul Bienali ve Kültürün Özelleştirilmesi -Chin-tao Wu ile söyleşi-Birgün, 27.11.2009,

İstanbul Bienali ve Kültürün Özelleştirilmesi
http://www.birgun.net/city_index.php?news_code=1259327649&year=2009&month=11&day=27
Birgün, 27.11.2009, Sibel YARDIMCI
 
‘Kültürün Özelleştirilmesi’ (İletişim, 2005) kitabından tanıdığımız Chin-tao Wu bir süredir İstanbul’da. New Left Review dergisinin Mayıs-Haziran 2009 sayısında bienaller üzerine bir makalesi yayınlanan Wu ile İstanbul Bienali üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik...
»Merhaba, bir süredir İstanbul Bienali ile ilgili bir araştırma yürütmek amacıyla Türkiye’de bulunduğunuzu biliyoruz. Bu çalışmanın çerçevesinden biraz söz eder misiniz?
Asıl ilgi alanım İstanbul Bienali’nin mali kaynaklarını araştırmak. Dünya çapında bildiğimiz diğer bienallerle karşılaştırıldığında, İstanbul Bienali’nin, mali yapısı itibariyle kendine has bir durumu var. Neredeyse tamamen ‘özel’ kaynaklarla, sponsorluklarla düzenleniyor, bunu söylerken de hem kişisel hem de kurumsal sponsorluktan söz ediyorum. İstanbul Bienali ile ilgili olarak esas ilgimi çeken mali kaynaklarının bu ‘özel’ yapısı: neden böyle, nasıl işliyor ve bu durumun bienal üzerinde bir etkisi var mı?

»Peki, İstanbul Bienali’ni ziyaret ettiğiniz zaman, bu mali tabloyu yansıtacak bir farklılık sezinlediniz mi? İstanbul Bienali’nin diğer bienallerden farklı bir yönü olduğunu düşünüyor musunuz?
İstanbul Bienali yıllar boyunca çeşitli dönüşümlerden geçti. Ama hepsinde dikkat çekici olan çok fazla kurumsal logo kullanılmasıydı –bienal mekânına girerken gördüğünüz tüm o şirket logoları... Diğer bienallerde de destekleyen kurumların logolarına rastlarsınız ama bunlar büyük oranda Arts Council London gibi, Oslo’daki Office for  Contemporary Art gibi kamu kaynağı kullanan kurumlardır. Şirket logoları da vardır ama İstanbul Bienali’nde olduğu kadar çok görmezsiniz bunları. Aslında daha önce, Brezilya’da, Barcelona’da, Norveç’te ve hatta Tayvan’da, araştırmamdan söz ettiğim konuşmalarda verdiğim bir örnek vardı: 2003 yılının bienal kataloğu.  10-15 sayfa boyunca sponsor reklamları, bazıları tek sayfa olarak basılmış, bazı sayfaları ise birkaç şirket paylaşıyor –tabii tam olarak hangi şirketin ne kadar katkıda bulunduğunu bilmiyorum ama bütün sayfayı kullanma hakkına sahip şirketlerin daha çok para verdiklerini tahmin ediyorum. Katalogda tam olarak fark edilmiyor ama powerpoint sunumu olarak ekranda gösterince daha dikkat çekici oluyor. Sayfayı her çevirdiğinizde izleyiciler, “Ah! Bir tane daha mı varmış?” demekten kendilerini alamıyorlar. İstanbul Bienali bu açıdan diğerlerinden farklı.
Bu sunumda dikkat çekici bir nokta daha vardı: Japanese Tobacco International şirketinin 2003 yılında bienal sponsoru olması. Çünkü Avrupa’da birçok yerde, tütün şirketlerinden para alınmaz. Bu da İstanbul Bienali’nin farklı olduğu noktalardan biri.

»Bu yöndeki özelleşmenin kültür alanı açısından nasıl sonuçları olacağını düşünüyorsunuz?
Daha genel bir anlamda, galiba şöyle bir şey. Örneğin 2003 yılında JTI’ın sponsor olması konusunda insanlar şunu düşünebilirler: Bunda yanlış olan bir şey yok, bu kurum bir katkıda bulunuyor, bu ülkede insanların büyük bir kısmı zaten sigara içiyor. Ama bienalin açılışında bu şirket aynı zamanda devasa yemekli bir parti verdi, VIP sayılan kişiler için; masaların üzerinde sigara paketleri vardı, tabii o dönemde kapalı mekânlarda sigara içmek yasak değildi, burada bulunan kişiler zaten sigara içen kişiler, ne önemi var diye düşünülebilir. Şimdi bunun mümkün olup olamayacağını bilemiyorum tabii, sigara yasağından sonra. Ama etik olarak sorulması gereken soru şu: Neden bu şirket bu tür bir etkinliğin asıl sponsoru olmak için bir servet harcıyor? Çünkü bir ‘imaj problemi’ var.  Sanata yatırım yapmalarının nedeni, sanatın bir tür ‘yücelmeyi’, insan türünün veya insan aklının yükselmesini temsil etmesi, toplumda sanatın böyle görülmesi. Tüm ülkeleri bilmiyorum tabii ama örneğin İngiltere’de tütün şirketleri veya silah satışı yapan şirketler sponsor olarak kabul edilmez. Tate Gallery’de böyle bir düzenleme var örneğin. Yine Güney Afrika’da apartheid rejiminin sürdüğü dönemde, burada önemli çıkarları olan şirketler kabul edilmezdi. Çünkü zannediyorum, sanatın burjuva toplumunda her zaman ayrıcalıklı bir yeri oldu, dolayısıyla kişisel olarak bu fikre inanç duyulmasından bağımsız olarak, serginin bunu yansıtması gerekiyor. Bienal iş hayatının bir parçası olmamalı, bienali taşıma işini üstlenen bir kurumun işi ‘sanat etkinliği düzenlemek’ olabilir veya güncel kültür hayatına katkıda bulunmak, ama bir şirketin adını parlatmak değil. Bunu yaptığınızda bienal olarak konumunuzdan ödün vermiş olursunuz.

»Özelleştirmenin Türkiye’de kültür alanı kabul edilebilecek başka dallarda da etkileri olduğunu düşünüyor musunuz, bu yönde bir gözleminiz oldu mu?
Yükseköğrenimde, devlet üniversiteleri ile özel üniversiteler arasındaki fark beni özellikle çok şaşırttı, örneğin bir devlet üniversitesine gittiğimde altı kişinin bir odada çalıştığını gördüm. Tayvan’da ilköğretimde görevli öğretmenlerin paylaştıkları odalar gibi. Ayrıca, devlet üniversitelerinde çalışan kişilerin, özellerde çalışanların üçte biri kadar maaş aldıklarını duydum. Özel üniversitelerde öğrencilerden alınan paranın yüksekliği de beni çok şaşırttı. Herhalde söylememin sakıncası yoktur, emeklilik geliri dışında hiçbir gelirleri olmayan bir aile tanıyorum ama oğullarını özel bir üniversiteye göndermek için 20 bin lira bulmaları gerekiyor. Düşük gelirli kişiler hayata zaten dezavantajlı olarak başlıyor. İyi bir eğitim şansına sahip olmamaları da bu durumu yeniden üretiyor ki, bu kabul edilebilir bir şey değil.
Türkiye’ye gelmeden önce kitabımın burada okuyucularının olması beni şaşırtmıştı. Çünkü Türkiye benim için neredeyse tamamen yabancı bir ülkeydi ve kitabım ilk olarak Türkçeye çevrildi. Bu sefer daha uzun zaman kalma fırsatım oldu ve kültürün özelleştirilmesi meselesinin neden ilgi çektiğini anladım. Daha gelmeden de özel sektörün önemli bir yer tuttuğunu hissediyordum. Sıradan insanlara çok fazla söz hakkı tanınmıyor ve özel sektör daha dengeli bir şekilde dağıtılması gereken kaynakların önemli bir kısmını kullanıyor.  Buraya geldikten sonra koşulların Tayvan’dakinden de zor olduğunu gördüm, orada insanlar devlet üniversitelerine gitmeyi tercih eder. Bu, iyi bir iş bulmaları ve iyi para almaları açısından önemlidir. Akademisyen olarak da devlet üniversitesinde çalışanlar daha iyi kaynaklara sahiptir, daha iyi maaş alırlar ve harç farkları da buradaki kadar derin değildir.
»Bu yılki bienal hakkındaki genel izleniminiz nedir?
2003 yılından beri İstanbul’a bienalleri görmeye geliyorum, bu gördüğüm dördüncü bienal. Uçakta THY’nın dergisinde bienal ile ilgili haberi gördüğüm zaman meraklandım, bu bienalin şimdiye kadar gerçekleştirilen en politik bienal olduğunu söylüyordu. Diğer üç seferden farklı olarak, burada daha uzun kalma fırsatım olduğu için bütün videoları görmeye çalıştım. Bu kesinlikle oldukça politik bir bienal.
Bu arada... İnsanlar bienale oldukça milliyetçi bir bakış açısıyla yaklaşıyorlar. Geçen günkü konuşmam sırasında birisi İstanbul bienallerinin çekim merkezi olmasını ünlü küratörlerin davet edilmesine bağladı, Hou Hanru veya Dan Cameron gibi. Ama bence bienalin çekim merkezi olması, İstanbul’dan kaynaklanıyor, insanlar burada zaman geçirmek istiyorlar, gerçi gördükleri de ancak İstanbul’un romantik bir imgesi oluyor. Sıradan insanların yaşadığı sıradan İstanbul değil bu. Geçenlerde yine bir özel üniversiteye gitmek için elli dakikalık bir otobüs yolculuğu yaptım ve gördüğüm yerler göze hiç de hoş görünmüyordu, kesinlikle turistlerin görmek isteyeceği yerler değildi, zor bir yolculuk oldu benim için ve her gün o yolu gidip gelmek hiç de kolay değil. İstanbul Bienali’nin yolu buralardan geçmiyor.
Bienalin politik olmasına geri dönecek olursak, her zaman politik sanat ile ilgili çekincelerim var. Politik sanat ne yapabilir? Bu yılki bienal de en politik bienal olabilir, ama sonrasında ne yapabilir? Toplum ile ilgili genel bir eleştiri geliştirebilir mi veya bienalin kendi misyonu ile ilgili bir eleştiri getirebilir mi? Üstelik duydum ki, bienal için çalışanlar günde 35 TL alıyor. Politik bir bienal olma iddiasındaysanız, insanlara makul bir ödeme yaparsınız; 9 saatlik bir çalışma için 35 TL ödenmesi, hüzünlü bir şekilde ironiktir. Bu benim politik sanatla ilgili çekincem. Hepimiz sanatın politik olmasını istiyoruz ama genellikle bir sergi, seyirlik bir gösteri olarak kalıyor. Politik sanattan ne bekleyebiliriz? Eminim ki küratörler de sanatçılar da bu çabalarında samimiler, ama onlar için, kendi bulundukları durumu eleştirmek mümkün mü? Veya -güç simsarları demek istemiyorsak, şöyle diyelim- küratörler, sanatçıların kariyerleri konusunda oldukça ciddi biçimde söz sahibiler, peki kendi içinde bulundukları konumu eleştirebilirler mi? Yine sponsorluklarla düzenlenen bir bienalde, kendi sponsorlarını eleştirebilirler mi?

»Kitabınızın ve buradaki çalışmalarınızın nasıl karşılandığını düşünüyorsunuz?
Geçen hafta Bilgi Üniversitesi’nde bir konuşma yaptım ve yaklaşık doksan-yüz kişi geldi, gurur duydum. Konuşmadan sonraki tartışma bölümü de oldukça uzun sürdü, konuşmayı düzenleyenler de çok memnun oldular. Yalnız konuşmanın sonunda birisi özel üniversitelerin kamudaki imajlarıyla ilgili sorunlar yaşadıkları zamanlarda böyle ortamı hareketlendirecek, yeniden güven tesis edecek ve gazetelere yansıyacak konuşmalar düzenlendiğinden söz etti. Böyleyse, doğrusu bunun bir parçası olmuş olmak üzdü beni. Ama ne yapabilirdim ki, konuşma bitmişti [gülmeler].
Aynı şekilde insanlar kitabımı okuduklarını ve ders kitabı olarak okuttuklarını söylediklerinde gururum okşanıyor doğrusu. Ama kitabımın kültür yönetimi bölümlerinde bir ders kitabı olarak kalmasından da endişe duyuyorum. Bu kitap, eğer sponsorluk elkitabına dönüşür ve halihazırdaki sistemin eleştirisine hizmet etmezse çok üzücü olur, kitabın yazarı olarak benim için. Tabii yazar olarak kitabın nasıl okunacağı üzerine bir söz hakkım yok, biliyorum ama, kitabımın okuyucuların Türkiye’deki durum üzerine de düşünmelerini sağlamasını, sistemin değişmesi için küçücük de olsa bir katkı sunmasını -bu nasıl ve ne kadar küçük olursa olsun- diliyorum.
Araştırmaya gelince, şu ana kadar herkes çok arkadaşça davrandı bana, herkes yardımcı olmaya çalıştı elinden geldiğince. Bir istisna dışında: IKSV Genel Müdürü Görgün Taner. Bunu nasıl söyleyeceğimi tam bilemiyorum ama şu ana kadar yaptığım en zor görüşmeydi. İnsanların bilgi vermek istemedikleri, cevap vermekten kaçındıkları durumlar her zaman olur. Ama burada durum tam böyle değildi. Bu kadar tepeden bakan, erkek-egemen, şovenist ve hatta ırkçı diyeceğim bir konuşma tarzı ile daha önce hiç karşılaşmadım. Yüzüme bakarak parası olmayan, çevrede dolaşarak aptalca sorular soran Çinli bir kadın olduğumu, araştırmalarımı dedikoduya dayandırdığımı söyledi. İki şey yapabilirdim: bu hakaret karşısında odadan çıkıp gidebilirdim veya kalıp işimi sürdürmeye çalışabilirdim, ikincisini yapmayı tercih ettim [uzunca bir sessizlik]. Bir akademisyen, araştırmacı veya gazeteci karşısında özellikle çok nazik olmanız gerekmez, ancak asgari bir nezaket çerçevesi vardır, insanların yüzlerine karşı “aptalca sorular sorma” diyemezsiniz, bu düşünülemez bile. Daha önceki araştırmalarımda yüzlerce kişiyle konuştum, büyük şirketlerin, vakıfların yöneticileri, koleksiyonerler, gazeteciler ama bu kadar kaba davranan hiç olmadı. Bilmiyorum, bir erkek veya Batılı bir erkek olsaydım, başıma böyle bir şey gelir miydi? Bu kadar önemli bir görevde böyle birinin olmasını da anlayamıyorum. Sonuç olarak Türkiye’yi seviyorum, İstanbul’u seviyorum ama bu tür bir şeyi tolere etmem mümkün değil, ben işimi yapmaya çalışıyorum.